22 Şubat 2009 Pazar


Roman Cinayeti

Saatleri Ayarlama Enstitüsü



Bir roman en güzel nasıl yok edilir? Benim bu soruya verebileceğim tek bir cevap var: Tiyatroyla…

Bu soruyu böyle sormama sebep olan şey ise bugünlerde devlet tiyatrolarının sahneye koyduğu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı eserinin tiyatro oyunu… Aslında benim açımdan oyun, sırf bu soruyu sormak için izlenmeye değer. Romanın inanılmaz zenginlikteki derinliği içinde “iç zaman” kavramından, modernizm eleştirisine; oradan Osmanlı toplumuyla modern Türkiye’nin sosyal devamlılığına, romanın bütün incelikleri bir tiyatro oyunuyla yok edilmiş… Çünkü roman gerçek anlamıyla bir tiyatro oyunu yazmak için sadece bir “malzeme” olarak kullanılmış… Her “hikaye”nin , her “olay”ın oyunu yazılabilir elbette. Ancak lineer bir olay örgüsünü anlatmanın dışında olayın can damarlarını, ana arterlerini, her zaman tiyatroyu kullanarak anlatmak sadece zor değil bazen imkan dahilinde bile olmuyor.

Aslında bu durum başlı başına tiyatro eleştirmenliği için bir eleştirisi konusu yapılamaz. Daha çok sanat eleştirmenliğinin felsefi bir tartışmasıdır hatta çünkü tiyatronun geleneği içinde buna benzer yüzlerce örnek var. Üstelik bu durum her zaman oyunun nasıl yazıldığı ve yönetildiği ile de ilgili değil. Artık bu aşamada tiyatro ve edebiyat ilişkisini tartışmamıza açmanın daha uygun olacağını düşündüğüm. Kanımca birçok olgun tiyatro insanı da bu fikrime katılacaktır.

Böyle bir romanı “yazarın derdine ortak olarak” anlatmanın basitçe iki yolu var. Birincisi tiyatroyu kullanarak romanı iletmeye çalışmak. İkincisi ise romanı kullanarak bir tiyatro oyunu sahneye koymak. Söz konusu tiyatro olduğunda elbette söylemeye bile gerek yok ki bir çok tiyatrocu ikinci yolu seçiyor. Ancak romanla bir geçmişi olan, roman üzerine düşünen, onu içselleştiren, hatta sadece okuyan insanlar için sonuç her zaman pek de iyi olmuyor. İşin doğrusunu romanı okuyan her insanın açıkça görebileceği gibi Ahmet Hamdi Tanpınar edebiyatı derdini anlatmak için bir “araç” olarak kullanmış. Üstelik iletimini o kadar güzel yapabilmiş ki herhangi bir biçim ve üslup “fetişizm”ini bile kolay kolay fark edemiyorsunuz. Hal böyle olunca iki insan arasında (yazar ve okuyucu) kurulan ilişki ister istemez mükemmel bir doğrudanlık içeriyor. Yazarın paylaşmak istediği dertleri aynı doğrudanlıkla anlatabilmek içinse insanın gerçekten içinden geldiği gelenekten bağımsız olarak daha açıkçası tiyatrocu ya da sinemacı olmaktan önce bir “okur” olarak romanı okuması gerekiyor. Peki, bu bir tiyatrocu ya da bir sinemacı için mümkün mü? Bence bu, “doğrudan” ve edebi metne sadık kalacak bir iletim için sadece “mümkün” değil aynı zamanda “gerekli” de…

Ahmet Hamdi’nin romanında Hayri İrdal bir saatçi ustasının yanına çırak olarak gidiyor. Öğrendiği sanatın birçok maddi inceliklerinin yanı sıra, saatler ve hayatla ilgili olarak öğrendiği düstur ise: “Hiçbir zaman bir saat tam ayarlanamaz. Ya ileridir, ya geri” oluyor. Ancak bu saatler ile ilgili bir mesele olduğu kadar hayatın kendisiyle ilgili bir şey. Hayri İrdal’ın başından geçenler cumhuriyetin ilanıyla kesiştiğinde sosyal arka plandaki değişimi görüyoruz. Ancak psikanaliz eleştirisinden, modernizm eleştirisine, cumhuriyetin bazı bürokratlarca nasıl “kötüye kullanıldığı”na, zaman kavramının mekandan azade olmamasına karşın en az onun kadar önemli olduğu argümanına, oradan toplumsal statülerin birbirimizi ezmek ve kendimizi var etmek için nasıl “put”lar haline geldiğine kadar romandaki tüm “ince” eleştiriler, romanı tiyatro oyunu olarak yazan kalemin bile tüm bunları açıkça ancak yüzeysel olarak anladığını –belki de bazı yerlerde anlamadığını- gösteren, tipik bir “kabare devamlılığı”yla şarkı ve gösteri içinde patlayarak son buluyor (apotheosis ya da sona yönelim); absürd bir hal alıyor. Üstelik bunun sebebinin zamanla, yani koskoca bir romanı bir tiyatro oyununda iki saate sıkıştırmakla da ilgisi yok. Oyunu “başarısız” yapan şey bu değil. Oyun her şeyden önce kavramların iç içe geçip anlaşılamadığı bir sahne sanatı fetişizmi olarak “başarısız”.

Bazen bir romanı yasaklamak, toplatmak, yakmak bile onu öldüremiyor. Ama onu bu biçimde sahneye koymak etkisizleştirebiliyor, anlamsızlaştırabiliyor. Çünkü yabancılaşma her zaman manipülasyonla gerçekleşen bir şey değil. Bazen alanlarımız, içinden geldiğimiz kültür bizzat bizi olaylara, yaşama yabancılaştırıyor. Bazen gerçekten hayata bakarken onu bir sahne üzerinde tasarlamamamız gerekiyor. Üstelik bu tam da onu sahneye koymak için mecburi bir şey haline geliyor. Bir sanat dalının mensubu olmakla, bir sanat dalını akıl hastalığı haline getirmek arasında kendini uyarlama konusunda açığa çıkan böyle “küçük” bir fark var. Her şey bir “araç” ya da “malzeme” olabilir. Peki ya “insan”? İşte ben bundan hiç emin değilim…

“Tiyatro dininin mensupları” için her şey tiyatro yapmanın bir malzemesi. “Tiyatro kafirleri” için ise tiyatro sadece yaşamak için kullanılan bir “malzeme”. Bu anlamda bir sanat paganıyım ve “tiyatro tanrısı” ile aram tahmin edilebileceği gibi pek de iyi değil…

Volkan Çağlayan



Birkaç Not:

Tanpınar’ın romanının en önemli öğelerinden biri- belki de en önemlisi – dozunda kullanılan ironiyken, oyun, romanın bu ironik tonunu hiçe sayarak oyunu çekinmeden (neredeyse) bir farsa çevirmiş. Hayri İrdal’ın hikayesi hem gülünç hem de trajiktir. Başka bir deyişle, tam da gülünç olduğu için trajik, trajik olduğu için gülünçtür. İşte tam da bu yüzden Tanpınar’ın, romanında müthiş bir ironiyle dengelediği bu “trajik-komik” durum başka türlü anlatılamaz. O ironik tonu hiçe sayıp ortaya yalnızca bir komedi ya da trajedi koyarsanız roman ya bir farsa (DT’nin oyununda olduğu gibi) ya da bir melodrama dönüşür. Dediğim gibi, bu dengeyi sağlayabilmek de Tanpınar gibi yazarlara özgü bir şeydir. Dolayısıyla böyle bir metni sahneye taşırken bence dikkat edilmesi gereken asıl mesele ne dekor, ne kostüm, ne oyunun kendisidir. Asıl mesele, romanın dilinin, tonunun sahneye nasıl taşınacağı meselesi olmalıdır. Yönetmenin de belki de üzerinde en çok çalışması gereken şey metnin bu incelikli anlatımını, kendine has dilini, sahne diline nasıl çevireceği olmalıydı. Saatlerin olduğu gibi romanın da böylesi bir ayarı var ve o ayarı bir kez daha Tanpınar gibi tutturmak imkansız. En azından o ayarın farkında olarak bir oyun sahneye koymak da anlamlı olabilirdi.

Selvin Yaltır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder