19 Nisan 2009 Pazar

Post-Roman Üzerine Post-Düşünceler, Post-Duygular

Postmodernist roman neyi anlatır? Bir işlevselliği var mıdır yoksa “her şey geçerlidir” [anything goes] şiarından mı yola çıkar hep? Postmodernizm bir durum olarak değil de bir “akım” bir “hareket” ya da edebi bir “dönem” olarak algılandığı müddetçe kalıplaşmış formüllerle düzülmüş daha çok roman okuyacağız.

Lyotard o meşhur Postmodern Durum: Bilgi Üzerine Bir Rapor kitabında postmodernizm denilen olguyu, tarihin/aydınlanmacı modernizmin/bilimin büyük anlatılarının sorgulanması olarak tanımlamıştı. “Modern” kavramını da, bu bahsedilen türde bir büyük anlatıya gönderme yaparak kendisini meşru kılan her şey için kullandığını açıklamıştı (Lyotard: 1988). Dolayısıyla postmodern olmak, kendini bu anlamda “modern” bir temele dayandırarak meşru kılan her türlü anlatıyı bozmayı gerektiriyordu. Tam da bu yüzden postmodern olanın, sorgulamak, bozmak ya da meydan okumak için, ihtiyaç duyduğu büyük anlatıyı önce kendisinin teyit etmesi gerekir. Bu da birçok kuramcının – benim en çok aklımda kalan isim Linda Hutcheon dahil – bahsettiği postmodern’in paradoksal var oluşuna işaret eder.

Edebiyatta daha doğrusu kurmacada 1960lardan itibaren yaygınlaşan dil teorilerinin de etkisiyle üstkurmacayla, metinlerarasıcılıkla yakından ilişkili bir yazma biçimi oluştu. Peki ama postmodern teorinin ortaya çıkmasıyla mı oluştu bu? Modernist olarak tanımlanan roman zaten bilinç akışlarıyla bir anlamda metinlerarasıcılığı, yabancılaştırma efektleriyle üstkurmacayı kullanmamış mıydı? Hatta bu “kendi kurgusallığının farkında olma” durumu 17.yy ve 18. yy İngiliz romanlarında ve hatta Tanzimat romanında da mevcut değil mi zaten? Tristram Shandy salt bu yüzden başlı başına bir “postmodernist” romandır aslında. Peki postmodernist romanın farkı nedir? Bence postmodernist romanın tek farkı açık politikliğidir. Bu ister biçimsel bir politika olsun isterse anlattığı şeyin sosyal politikliği. Postmodernist roman ısrarlı bir politikliği benimsedi ve biçimsel ideolojisini 21. yüzyılın roman politiği olarak ortaya koymuş oldu. Kurmacanın içine tarih karıştırarak tarihi sorgulattı, pratiğin içine teoriyi karıştırdı tartışmalar yarattı; klasikleri aldı ve onları yeniden yazdı; kanonların belirlenmesinde etkili olan stratejileri bozmaya uğraştı. Bunları yaparken de hep modern olana dayandı. Bu paradoks postmodernist romanın vazgeçilmez temeli oldu. Modern sorgulaması üzerinden oluşturulmuş bir politika ne kadar çözümleyicidir? Neredeyse hiç. Postmodern ısrarla sorgular, sorular sorar ama cevap vermekten kaçınır. Cevap verdiği anda kendini bir temel üzerinden meşrulaştırmış olacaktır çünkü. Coetzee kendi Robinson Crusoe’sunda beyaz adamı sorgular; tarih sahnesinden sürekli olarak dışlanmış olan kadına söz; Afrikalı “öteki”ye de ses verir. Doctorow soğuk savaş yıllarını anlatırken komünist kahramanlarına kendi tarihlerini yazma fırsatı verir. Beckett Acaba Nasıl’da dilin sınırlarında bir ölüm kalım oyunu oynayıp geleneksel edebi metni sarsarken konformist hayat algılarını da yerle bir eder. Bilge Karasu Gece’de lineer bir hikaye anlatımından özellikle kaçınarak yazım stratejisini anlattığı şeyin politikliğiyle örtüştürür. İşte bu yüzden postmodernist metinler aslında direniş metinleridir. Ancak; modern olana modern üzerinden direnirler. Politiklikleri tam da bu büyük anlatılara direnişlerindedir.

Bütün bu felsefi altyapıdan bağımsız olarak, bir edebi tür olarak “tür”emiş, büyük porsiyonlarda hızlıca tüketilmekte olan bir başka biçimde sunulan postmodernist roman da geliyor akla. Çoğu kez “best-seller” olan bu romanlar, politikliği bir araç olarak kullanarak, hatta Türkiye’deki örneklerinde son derece Oryantalist bir tavırla formülize edilmiş biçimlerde sunuluyor bize. Eğer postmodernist roman diye bir kategoriden bahsedeceksek en önce onun sorunsallaştırma amacını yabana atmamak gerek. Fakat belli bazı biçimsel teknikleri (pastiş, metinlerarasıcılık, üstkurmaca, vs..) içselleştirerek aynı formüllerle yazılmış her kitabın yukarıda bahsettiğim birkaç romanla aynı kategoride anılması oldukça indirgeyici bir tavır. Tıpkı postmodernizmi bir algı biçimi olarak değil de yalnızca biçimsel bir yenilik olarak anlamak gibi. Bu bağlamda kimi Nobel ödüllü yazarlarımız elitizm ve oryantalizmin tüm nimetlerinden yararlanarak yazdıkları romanlarını politik gündemlerle de süsleyerek ve salt aynı formülleri kullandıkları için “postmodern” olabilirler ama asla gerçek anlamda, Lyotard’ın öngördüğü biçimde sorgulayıcı direniş metinleri yazamazlar.

Selvin Yaltır

1 yorum:

  1. Birkaç ay evvel Bret Easton Ellis'in meşhur romanı American Psycho'nun best-seller formüllü post-moderngiller olarak algılanmasının üzerine çalışıyordum, bu yazınız oldukça net bir biçimde tam da aklımdan geçenleri, o çalışmada sergilemek istediklerimi dile getirmiş. Ayrıca son paragraf "ama o metinlerarası yapıyo..." cümlelerini büyük bir haklılıkla bertaraf eder nitelikte. Güçlü gözlemleriniz ve yazınız için tebrik ve teşekkür etmek boynumuzun borcudur.

    YanıtlaSil